Makaleler
Kaos Teorisi ve Modern Hukuk Bilimi:
Düzen ve Doğrusallık Parametrelerinin Yapı Sökümü Üzerine Bir Deneme
Mehtap YEŞİLORMAN
ÖZET
Kaos teorisi, dinamik sistemlerin düzensiz ve doğrusal olmayan davranışlarının analizinde önemli bir boşluğu dolduran yeni bir yaklaşım modelidir. Son zamanlarda teorinin fen bilimleri gibi sosyal bilimler için de oldukça kullanışlı bir teorik ve metodolojik çerçeve sunduğu fark edilmiştir. Buna isti-naden, bu çalışma kaos teorisinin düzensizlik ve doğrusal olmama parametreleri bakımından modern hukuk bilimine olan katkılarının teorik bir analizini yapmayı amaçlamaktadır. Bu teorik incelemenin bir neticesi olarak kaos teorisinin modern paradigmanın düzenden yana, doğrusal ve determinist ka-rakterine alternatif olabilecek postmodern paradigma kapsamında gelişen yeni bir teorik model oldu-ğu saptanmıştır. Çalışmada aynı zamanda kaos teorisinin kelebek etkisi, çatallanma, entropi ve geri dönüşsüzlük gibi bazı temel prensiplerinin ne tür hukuksal sorunların incelenmesinde olası bir imkan olduğu analiz edilmiştir.
Kişisel Verilerin Korunması Kanununun Biyomedikal Alana Yansımaları Açısından Değerlendirilmesi
Nüket ÖRNEK BÜKEN, Çağrı ZEYBEK ÜNSAL
ÖZET
Kişisel veriler, insan hakları ve özel hayatın gizliliği ile birlikte anılmakta, çeşitli ülkelerde fark- lı yasal düzenlemeler ile koruma altına alınmaktadır. Teknolojinin sağladığı imkanlar göz önüne alındığında dijital ortamda gizliliğin çok fazla korunamayacağını savunan görüşlerin yanı sıra güçlü mekanizmaların oluşturularak gizliliğin ihlaline yönelik tehditlerin azaltılabileceğini savunan görüşler de bulunmaktadır. Bu bağlamda her ülke kişisel verilerin korunmasına yönelik politikalar ve yasal
metinlerini geliştirmeye çalışmaktadır.
Türkiye’de 24 Mart 2016 tarihinde kabul edilen Kişisel Verilerin Korunması Kanunu (No: 6698) (6698 sayılı Veri Koruma Kanunu olarak anılacaktır.) 7 Nisan 2016 tarih ve 29677 sayı ile, Kişisel Sağlık Verilerinin İşlenmesi ve Mahremiyetinin Sağlanması Hakkındaki Yönetmelik (İlgili Yönetmelik olarak anılacaktır.) de 20 Ekim 2016 tarih ve 29863 sayı ile Resmî Gazete’de yayım- lanarak yürürlüğe girmiştir. Bu makale söz konusu Kanunun biyomedikal alandaki etkilerini etik açıdan değerlendirmek üzere kaleme alınmıştır.
Çalışmamızda önce biyomedikal açıdan kişisel verinin ne olduğu ve neden koruma altına alındığı belirtilecek, kanunun olgunlaşma periyodu ile ilgili tarihsel süreç kısaca tanımlandıktan sonra, ilgili Avrupa Birliği’nin 95/46/EC numaralı Kişisel Verilerin İşlenmesi Sırasında Gerçek Ki- şilerin Korunması ve Serbest Veri Trafiği Direktifi, 25 Mayıs 2018 tarihinden itibaren yürürlüğe girecek olan 2016/679 sayılı AB Veri Koruma Tüzüğü (GDPR- AB Veri Koruma Tüzüğü), 108 sayılı Kişisel Verilerin Otomatik İşleme Tabi Tutulması Karşısında Bireylerin Korunması Sözleşmesi ve Avrupa Konseyi tavsiye kararları ile karşılaştırmalı olarak bazı temel konulara değinilerek değerlendirme yapılacaktır.
Göçmenlere Yönelik Deniz Operasyonlarında Frontex’in Müdahale Yetkisinin Uluslararası Hukuk Kapsamında Değerlendirilmesi
A. Aslı BİLGİN
ÖZET
İç pazarın sağlıklı bir şekilde işleyişinin sağlanması Avrupa Birliği’nin (AB) dış sınırlarının etkili şekilde korunması ve güvenilir bir alanın yaratılması ile mümkündür. 2004 yılında bu amaçla Frontex adı verilen AB ajansı kurulmuştur. Düzensiz göçmen olarak deniz yoluyla Birliğe gelenlerin sayısındaki artış Frontex’in de dahil olduğu deniz operasyonları ile önlenmeye çalışılmaktadır Bu operasyonların amacının göçmenlerin can güvenliğini sağlamak olduğu belirtilse de, Frontex’in özellikle “geri itme” yöntemiyle açık denizde göçmen taşıyan teknelere müdahalesi aksini düşündürmektedir. Devletlerin ülkelerine girişleri düzenleme konusunda mutlak yetkisi olsa da, yapılan düzenlemelerin uluslararası hukuka uygun olması gerekmektedir. Oysa, düzensiz göç ve göçmen kaçakçılığı konusunda 656/2014 sayılı Tüzük kapsamında Frontex’e tanınan bazı yetkilerin başta geri göndermeme ilkesi olmak üzere uluslararası hukuk düzenlemelerine aykırı olduğu düşünülmektedir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Kararlarından Pákozdi Davası: İdari Vergi Cezası Davalarında Duruşmasız Yargılama
Ayşe Nil TOSUN
ÖZET
Kamuya açık yargılama ve duruşma yapılması gerek Türk hukukunda gerekse uluslar arası hukukta güvence altına alınmış olmasına rağmen, tarafların duruşma için özel bir talebi olmadıkça ya da mahkemenin gerekli gördüğü haller dışında, idari vergi ceza davalarında dosya üzerinden yargılama esas usuldür. İHAM Jussila v. Finland (2006) kararında idari vergi cezalarının katı bir uygulama gerektirmediği, duruşma yapılmaksızın, yazılı yargılamanın yeterli olacağı kararına varmıştır. Bu çalışmada İHAM’ın Pákozdi v. Macaristan (2014) kararı incelenmiştir. Bu kararda da büyük ölçüde idari vergi ceza davalarında adil yargılanma hakkının ihlal edilmemesi için duruşma yapılmasının gerekli olup olmadığı sorgulanmıştır. Konuya daha önceki yaklaşımlarından farklı olarak, İHAM Pákozdi davasında eğer idari vergi ceza davalarında kanıtların inandırıcılığı ve güvenilirliği duruşma esnasında belirlenebilecekse duruşma yapılmasının yerinde olacağı kararını vermiştir.
Türk Vergi Ceza Hukukunda Ne Bis In Idem İlkesi: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Verdiği Kararlardan Lucky Dev Davası
Ayşe Nil TOSUN
ÖZET
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi vergi kabahat ve suçlarının yargılanması ve cezalandırılması konularında yaklaşımını değiştirmiştir. Aynı fiilden kaynaklanan vergi kabahat ve suçlarında yargılamanın iki farklı yargı kolunda yürütülmesi sonucu davaların farklı zamanlarda sonuçlanması Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde de korunan temel bir hukuk ilkesi olan ne bis in idem ilkesine aykırı bulunmuştur. Bu çalışmada Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin verdiği yeni kararlardan Bayan Lucky Dev’in davası incelenmiştir. Bu davanın ışığında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin vergi yargılaması ve cezaları konusunda değişen yaklaşımı ele alınmış ve Türk Vergi Ceza Hukukunun vergi kabahatleri ve suçlarına ilişkin hükümlerinin ne bis in idem ilkesine uygun yönleri ve aykırılıkları ortaya konulmuştur.
General Rule of Burden of Proof:
Comparative Analysis of Turkish and German Tax Law
(Genel İspat Yükü Kuralı:
Türk ve Alman Vergi Hukuku Bakımından Karşılaştırmalı Bir Analiz)
Eda ÖZDİLER KÜÇÜK
ÖZET
Alman Mali Krallık Kanunu esas alınarak hazırlanan ve Mehaz Kanun’dan farklı bir yasal gelişim izleyen Türk Vergi Usul Kanunu, Alman Genel Vergi Kanunu’nun alternatif bir versiyonunu ifade etmektedir. Türk vergi hukukunda genel ispat yükü kuralını düzenleyen Vergi Usul Kanunu’nun 3. maddesi, ekonomik yaklaşımı içermekle birlikte, 1980 yılında maddeye getirilen eklemelere karşın hukuktaki gelişmeler ve küresel gereklilikler çerçevesinde yeniden gözden geçirilmelidir. İlgili düzenleme, Vergi Usul Kanunu Tasarısı sebebiyle günceldir. Tasarı’nın 5. maddesi ispat yüküne ve vergiden kaçınmaya ilişkin genel kuralı yeniden düzenlemektedir. Mevcut Vergi Usul Kanunu’nun ve Vergi Usul Kanunu Tasarısı’nın Alman Genel Vergi Kanunu ile tarihi ve teorik gelişimi bakımından karşılaştırılarak değerlendirilmesi faydalı olacaktır. Konu her iki hukuk sisteminde yorum kuralları, vergiden kaçınma ve ekonomik yaklaşım ilkesinin içeriği ile kesişmektedir. İspat yükü kuralı yalnızca bir usul kuralı değildir; aynı zamanda hukuki güvenlik ve mali güce göre vergilendirme gibi temel vergi hukuku kuralları ve yükümlü hakları ile yakından ilgilidir.
Şüpheli ve Sanığa Rağmen Bir Ceza Muhakemesi Hukuku Mu? Şüpheli ve Sanığın Ceza Muhakemesi İşlemlerine Katlanma Yükümlülüğü ve Bu Yükümlülüğün Sınırları Hakkında Düşünceler
Z. Özen İNCİ
ÖZET
Temel amacı maddi gerçeği ortaya çıkarmak olan ceza muhakemesi hukuku, bu amaç çerçevesinde çoğu zaman şüpheli veya sanığın temel haklarına bir takım müdahalelere ihtiyaç duyar. Şüpheli veya sanığın ise bu müdahalelere katlanmakla yükümlü olduğu ifade edilir. Buna karşın, söz konusu katlanma yükümlülüğünün de belirli bir sınırının bulunması kaçınılmazdır. Nitekim evrensel bir ceza muhakemesi hukuku ilkesi olan ve Anayasamızda da düzenlenen nemo tenetur ilkesi uyarınca, hiç kimse kendisini veya yakınlarını suçlayıcı bir beyanda bulunmaya veya bu yolda delil göstermeye zorlanamaz. Zorlama yasağı çerçevesinde, şüpheli veya sanığın ceza muhakemesi işlemlerine aktif bir katılıma zorlanamayacağı, ancak pasif bir katlanma yükümlülüğünün bulunduğu ifade edilmekle birlikte kanunlarımız, öğreti ve uygulama pek çok noktada şüpheli veya sanığın kendisi aleyhine delil göstermeye zorlanabileceği yönünde a priori bazı eğilimler içerisindedir. Dolayısıyla, katlanma yükümlülüğü ve bu yükümlülüğün sınırları belirlenirken zorlama, aktif katılmaya zorlama yasağı ve pasif katlanma yükümlülüğü gibi bazı kavramlara açıklık getirilmesi ve belirli kriterlerle katlanma yükümlülüğünün sınırının çizilmesi gerekir.
DTÖ Anlaşmalarındaki Yükümlülüklerden Kaçınmaya Olanak Sağlayan İstisna Hükümleri
Talat KAYA
ÖZET
Dünya ticaret örgütü (DTÖ)’nün 1995 yılında kurulması ile birlikte, çok taraflı uluslararası ticaret sistemi; DTÖ Kuruluş Anlaşması ekinde yer verilen Anlaşmalar çerçevesinde gelişmiştir. DTÖ, ayrımcılık yapmama, pazara giriş ve şeffaflık gibi ilkeler temelinde serbest bir ticaret sistemi kurmayı öngörmektedir. DTÖ’nün kurmayı amaçladığı serbest ticaret sistemi bazı hallerde ticaret dışındaki toplumsal değer ve menfaatler ile çelişebilmektedir. toplumsal değer ve menfaatler yanında, ekonomik bazı gerçeklikler ve gerekçeler de, üye ülkelerin DTÖ kurallarından sapan uygulama ve politikalar benimsemek istemelerine neden olmaktadır.
DTÖ Anlaşmalarında sosyal ve ekonomik değer ve menfaatler ile ticaretin serbestleştirilmesine ilişkin kuralları bağdaştıran hükümlere yer verilmiştir. Genel olarak istisna hükümleri olarak adlandırılan bu hükümler belli şart ve usuller çerçevesinde serbest ticareti öngören hükümlerden sapmaya olanak sağlamaktadır. Bu çerçevede, istisna kurallarında yer verilen şart ve usullere uygun olmak kaydıyla, DTÖ Anlaşmalarında yer verilen yükümlülüklerden kaçınmak mümkündür.
Türk Borçlar Kanunu ile Milletlerarası Mal Satımına İlişkin Sözleşmeler Hakkında Birleşmiş Milletler Antlaşması (CISG) Hükümleri Çerçevesinde Satış Sözleşmesinde Ayıptan Sorumlulukta Alıcının Seçtiği Hakkın Sonradan Değiştirilebilirliği Sorunu
Aygül KIZILAY
ÖZET
Bu çalışma, Türk Borçlar Hukuku ile Milletlerarası Mal Satımına İlişkin Sözleşmeler Hakkında Birleşmiş Milletler Antlaşması (CISG) hükümlerini karşılaştırmaktadır. Çalışma, satın alınan malın ayıplı çıkması durumunda, alıcının sahip olduğu haklara odaklanmaktadır ki, bu noktada iki sistem arasındaki farklar çarpıcı bir şekilde ortaya konmuştur.
Bu çalışma ayrıca, örneğin, sözleşmenin ortadan kalktığı beyanı sonrası alıcının başka bir hakkı seçip seçemeyeceği noktasında CISG hükümleri ve Türk Borçlar Hukuku hükümlerini karşılaştırmıştır. Eğer böyle bir olanak varsa da beyanın geri alınmazlığında somut olayın özellikleri araştırılacak, satıcının korunmaya değer bir menfaatinin olup olmadığına bakılacaktır.
Anonim Şirketlerde Yönetim Yetkisinin Devri
Duygu DEMİREL
ÖZET
Anonim şirketlerde yönetim yetkisinin devri için esas sözleşmede devre izin veren bir hükmün bulunması ve yönetim organizasyonuna ilişkin bir iç yönerge hazırlanması gerekmektedir. Bu hususlara uygun şekilde, yönetim kurulu alacağı bir karar ile yönetim yetkisinin tamamını veya bir kısmını kurul üyelerine ve/veya üçüncü kişilere devredebilecektir. Yönetim yetkisinin devri hem kurulun sorumluluğunu sınırlandırmayı sağlayan bir aracı ifade etmektedir hem de anonim şirketlerde kurumsal yönetim ilkeleri ışığında etkin yönetim organizasyonun sağlanmasına imkân tanımaktadır. Bu bağlamda çalışmamızda yetki devrinin kapsamı, devir için uyulması gereken şartlar, yönetim yetkisi ile temsil yetkinin devri arasındaki ilişki ve yönetim yetkisinin devredilebileceği kişiler inceleme konusu yapılmakta ve bu konulara ilişkin güncel tartışmalar ele alınmaktadır.
6771 sayılı Anayasa Değişikliği Kanunu’nun Ardından Kanun Yapma Yöntemi
İsmail YÜKSEL
ÖZET
16 Nisan 2017 tarihinde referandum ile kabul edilen 6771 sayılı Anayasa Değişikliği Hakkında Kanun 35 yıllık Anayasa’nın 70 maddesini değiştirerek bugüne kadar yapılan değişikliklerden hem geniş kapsamı hem de hükümet sisteminde yaratacağı radikal değişimle ayrılmaktadır. Bir sonraki genel seçimlerden itibaren Türkiye parlamenter sistemi terk edecek ve başkanlık sistemine dönüşecektir. Bu büyük anayasal değişim bir dizi hukuk reformunu da zorunlu kılmaktadır. Yeni hükümet sistemine uyumlu hale getirilmesi gereken kuralların başında ise TBMM İçtüzüğü gelmektedir. Neredeyse yüz yıl önce parlamenter sistemin ihtiyaçları düşünülerek hazırlanmış ve küçük değişikliklerle 19. ve 20. yüzyılın buhranlı dönemlerini atlatan parlamento hukukumuz büyük bir değişimin arifesindedir. 1973 yılında kabul edilen İçtüzük, yürütme organının yasama sürecine katılmasına izin veren ve hatta teşvik eden kurallar barındırmaktadır. Parlamenter sistemlerde olağan olan bu etkileşim sert kuvvetler ayrılığı ilkesi üzerine inşa edilmiş olan başkanlık sistemine uygu değildir. Bu makale mevcut İçtüzük kurallarından başkanlık sistemine ve sert kuvvetler ayrılığına uygun hale getirilmesi için yapılması gerekli değişiklikleri ele almaktadır.
5366 Sayılı Kanun Kapsamında Yenileme Alanlarında Gerçekleştirilen Kentsel Dönüşüm Süreci Üzerine Bir Deneme
Onur KAPLAN
ÖZET
Ülkemizde sanayileşme hareketlerinin 1950’lerden itibaren hız kazanması neticesinde kent merkezlerinde yoğunlaşma artmıştır. Kentleşme adı verilen nüfus birikimi sürecinin belirgin hale gelmesiyle birlikte kentlerde fiziki, sosyal ve ekonomik açıdan bir değişim yaşanmıştır. Ancak, kentleşme olgusunun dengesiz biçimde gelişmesi beraberinde çarpık kentleşme ve altyapı sorunlarını da getirmiş; bu süreçte tarihi ve kültürel taşınmazların bulunduğu bölgelerde çöküntü alanları oluşmuş ve bu alanların dönüştürülmesi ihtiyacı doğmuştur. Dolayısıyla 5366 sayılı Kanun çerçevesinde yenileme alanı olarak tespit edilen yerlerde kentsel dönüşüm uygulamalarının gerçekleştirilmesi hedeflenmektedir. Bu kapsamda çalışmada öncelikle uygulamada hedeflenen unsurun ne olduğu belirlenmiş, daha sonra idarece yenileme alanlarında gerçekleştirilen uygulamalarda süreç; tespit, tasarrufların kısıtlanması ve kamulaştırma aşamaları bakımından incelenerek, nihayetinde genel bir değerlendirme yapılmıştır.
Rekabet Uyuşmazlıklarının Tahkime Elverişliliğine İlişkin Hukuki Çerçeve
Hilmi BOLATOĞLU
ÖZET
Günümüzde, büyük bir hızla genişleyen uluslararası ticarette ortaya çıkan anlaşmazlıkların çözümünde tarafsız ve etkin bir uyuşmazlık çözüm yolu olarak görülen tahkim, ulusal yargı organlarına göre çok daha fazla tercih edilmektedir. Hızla büyüyen dünya ticareti rekabetçi ekonomileri öne çıkardığından, uluslararası ticaretten önemli bir pay almak isteyen ülkeler rekabet hukukuna büyük değer atfetmektedir. Gerek tahkim, gerek rekabet hukuku küreselleşen dünyada hızla gelişmekte olduğundan, uluslararası ticaret bakımından kaçınılmaz bir ortak oyun alanı ortaya çıkmıştır.
Bu çalışma, rekabet hukuku-tahkim hukuku ilişkisinde özellikle rekabet uyuşmazlıklarının tahkime elverişliliği noktasına odaklanmaktadır. İlk bölümde tahkime elverişlilik kavramının tanımlanmasına ilişkin genel hukuki çerçeve belirlenecektir. İkinci bölümde Türk hukukunda tahkime elverişliliği düzenleyen hukuki metinler ele alınarak rekabet uyuşmazlıkları açısından yorumlanacaktır. Üçüncü bölümde konuya ilişkin yargı kararları kronolojik sistematik içinde incelenecektir. Böylelikle, çalışmamızda karşılaştırmalı hukuktan da yararlanılarak Türkiye’de rekabet uyuşmazlıklarının tahkime elverişliliğine ilişkin teorik ve pratik çerçeve ortaya konmaya çalışılacaktır.